18 Şubat 2010 Perşembe

evlilikselliğin tinsel boyutlarında devinim

"Batı uygarlığının insana empoze etmiş olduğu tüketim bilinçsizliği aracılığıyla, evliliği tüketilen bir kuruma çevirip 'aşk'ı yorgan altlarında aramaya mahkum hale getiren bir taarruz var. Bu taarruzun yegane kurucusu ve koruyucusu hükmündeki Batı dünyasına dinselin çağrısını sunan Kirkegaard'ın, aşkın ve evliliğin kurtarılmış gerçekliğini ortaya ortaya koymak için söyledikleri dikkat çekici. Evlilik kurumunun anlam dünyasında karşılığı olan sevgi, saygı, merhamet ve hoşgörü kavramlarını, bireysel duyguları nikah ile evrensele tekabül ettirerek ve bunu dinselleştirerek bireyin gerçek mutluluğa ulaşacağını söylüyor Kirkegaard. Hiçbir estetik ve etik duruşun bu sonucu doğuramayacağını ve özellikle ilişki boyutunda karşılanan sıkıntılara karşı yıkılmaz kale oluşunu ilişknin Tanrı'ya emanet edilmesi olarak temellendirmiştir. Evet, estetik ve etik genel olarak nedensele, yani görüntüsel olana yönelik yorum yaptığı için, her zaman sığ kalmış ve amaç-fiil ilişkisine tam cevap verememiştir. Yalnızca dinsel temele dayalı olan bir yapı içinde etrafı kalın surlarla kaplı güven dolu bir kale hükmünü alabilecektir evlilik. Ve duyurulmanın, bu kurumu evrensel bir boyuta (muhtemelen kişinin kendi evreni çapından bahsetmekte) taşıyacağını, güven ve huzur inşa edeceğini tanrısal olana yönelik vurgusuyla bize anlatmakta yazar."

Estetik öldü, evliliğe elveda ("Evliliğin estetik geçerliliği, Soren Kirkegaard" üzerine); Mustafa Zübeyr Berk, Ayraç Dergisi Sayı:01/Ağustos 2009

Klişe mi? Bizce değil. Saklandığımız yorganın altından, saklandıkları perdelerin ardına bakabilseydik (bunu mecburen yaptığımız zamanlardaki gibi) görecektik ki, tükenmişlikler ve tüketmişliklerden ötürü tüketemeyenler ve tükenmeyeceklere taarruz ediliyormuş. Mücessem İblis'in cismi mevcudiyetiyle ma'dum. Buna matuf cümle cümrün mukadderatı.

14 Şubat 2010 Pazar

alma ağzına o lafı, yutamazsın demedim mi

"Bin yıldan daha fazla bir süre önce, doğu İran'ın Buşenc kentinde doğmuş Ahmed bin Ali adında bir şeyh, tasavvufun mahiyeti konusunda çok az kimsenin belli bir fikre sahip olduğundan yakınıyordu. 'Bugün' diyordu Arapça olarak, 'tasavvuf gerçekliği olmayan bir isimdir; ama eskiden isimsiz bir gerçeklikti.'" William Chittik; Tasavvuf; Kısa Bir Giriş, İz Yayıncılık, 2003.

Gerçekliği olmayan isim, bizim çok aşina olduğumuz bir fenomen. Yazarlarımız, düşünürlerimiz bunu fazlasıyla işlemişlerdir. Ancak William Chittik'den yaptığımız bu alıntıdan da görüyoruz ki, 'eskiden' bu böyle değilmiş. Belki de eskiden de 'eskiden'e referans verilerek bu tanımlanıyormuş, bambaşka bir tartışma mevzuu, bambaşka bitmeyecek bir tartışma. Ama şurası açık ki, en azından eskiden 'tasavvuf' gibisi söz konusuymuş. Şimdi ise her şeyle ilgili bu gözlemi yapabiliyoruz, yahut yapmadan yapamıyoruz. Hatta, ve bir o kadar önemli olarak, bizde isim konularak var edilmiş olanlar ayyuka çıkmış durumdadır. Bundan korkarız, ya da korktuğumuzu dile getiririz. Taktığımız isimlerin başımıza bela olmasından o kadar bıkmışızdır ki, neredeyse konuşamaz olmuşuzdur. Bazen öyle anlar olur ki bazı kavramları kullanmaktan özellikle imtina ederiz, bunu yaptığımızda o kavramın 'temsil' ettiğini en azından onaylamış olmaktan çekiniriz. Bunu biraz açmak gerekecek.
Mezkur olan bir kavram ise, onaya matuf olan nedir? Kavram, adı üstünde, bir tanımdır. Kavramaya yarayandır. Kavramak ise, ironik bir şekilde, çevrelemek, yakalamak, avuçlamak demektir. Sorun acaba bu mudur? Kavramlaştırdığımızda çevreler, sıkıştırır mıyız manayı? Aslolan sorun bu olmamalı. Ve aslında bu da değildir. Sorun, kavramı karşılayanın, düşünenin, ele alanın, mana-yı ismi'sinden ötesine bakmamasındandır. Bu ise en genel manada, reddedicilik hastalığının tefekkürdeki tezahürüdür. Reddedici, perdecidir. Manaya yükselmek yerine, onu cibinlik içerisinde hapsedip, hakka tecavüz edendir. Manaya yükselmek yerine, manayı kendi (!) çöplüğüne indirmek hevesinde olandır. Bizim sorunumuz ise bu marazın, on bir parmaktan ziyade on parmaklı olmak gibi bir kusur olarak görülmesidir. Bir insan hata ediyor olabilir bunu kabul ederiz, ama saçma sapan bir biçimde, babasının dini üzere olan milyonların hata ediyor olabileceğini söylemekten ölesiye korkarız.

Aşağıdaki alıntı ilintili olduğundan acele edip buraya ekledim. İleride Theseus'un gemisi üzerinden tartışmamıza devam etmek dileğiyle.



""Theseus, Grek mitolojisinin yiğitlerinden, anlı şanlı yiğitlerinden biri. Girit labirentlerindeki Minotaur'u Ariadne'nin yardımıyla (labirette yolunu yitirmesin diye bir yumak yün verir ona) öldürüp Helenleri büyük bir beladan kurtardığında, bir kahraman olarak karşılanır. Atinalılar onun bu yiğitliğinden o kadar memnun kalırlar ki, Theseus'un Girit'e gidip döndüğü gemiyi bu yiğitliğinin karşılığı olarak korumaya karar verirler. Limanda demirlemiş geminin durdukça çürüyen ahşabını da değiştirir, her defasında eski tahtalarının yerine yenisini koyarlar. Bu böyle sürüp giderken, Atinalılar arasında bir tartışma başlar, Plutharkos bu tartışmayı şöyle aktarıyor: "Bir süre sonra bazı Atinalı'lar geminin Theseus'un gemisi olmaktan çıktığını, yeni ve bambaşka bir gemi olduğunu savunuyor, bazıları da onu Theseus'un gemisi olduğunu öne sürüyorlardı."" Hilmi Yavuz; Osmanlılık, Kültür, Kimlik s.125, Boyut Yayınları.
Bizce soru şudur; son çivi çakıldığında mı gemi Theseus'un gemisi olmaktan çıkmıştı, yoksa ilk tahta söküldüğünde mi o artık Theseus'un gemisi değildi." Seyit Nurfethi Erkal; Son Gemi, Sütun Yayınları, 2009.